21 Ocak 2011 Cuma

II. İran Seferi, Bölüm 12, İsfahan

Bülent ile yemekten sonra çay ve nargile içebileceğimiz bir yer bakıyoruz. Rehber kitap sağolsun çok iyi bir yer öneriyor. İmam Camii'nin tam karşısında pazara giriş kapısının yanında bir çayhane. Bulmacavari kapısını bulup yukarı çıkıyoruz. Terasa çıkıncı bütün meydan ayaklarımızın altına seriliyor. Çay ve nargile söylüyoruz. Nargilemizi tüttürüp çayımızı yudumlarken yanımızda bulunanlardan biri Azerice konuşmaya başlıyor. Güzel bir sohbet oluyor. Daha önce Türkiye'ye geldiğini ve çok sevdiğini söylüyor. Nargilemizi nefeslerken seyahatimizin istikameti hakkında da konuşuyoruz. Bundan sonraki durağımız Şiraz hakkında konuşuyoruz.Aşağıdaki ilk resim İmam Camii'nin taç kapısının üzerinden I. İran seferinde çekilmiştir.








16 Ocak 2011 Pazar

Ayasofya'nın Kedisi

İstanbul'a gelmişken Aya Sofya'ya uğramamak olmazdı. Camide dolaşan bir kedi vardı ki güvenlik görevlileri dahi dokunmuyordu.



13 Ocak 2011 Perşembe

II. İran Seferi, Bölüm 11, İsfahan







Kırk Sütun Sarayından çıktıktan sonra hafif bir açlık ile yolumuzu yemek yiyeceğimiz bir yöne çeviriyoruz. Bir önceki gelişimde gittiğim Nakşı Cihan Meydan'ında Şeyh Lütfullah Camii'nin yakınındaki Sofrahane Sonnati'ye. Sedirlerin üzerinde klasik yer sofrasında İran'ın geleneksel yemeklerini yiyebileceğiniz bir yer. Bülent "Dizi (Ab Guşt)" istiyor. Güveç- havan karışımında gelen içinde türlüye benzeyen ( et, fasulye, patates, domates) yemek bir tokmak ile ezilip yenmeye hazır ediliyor. Bülent nasıl yapıldığını bilmediği için getiren garsondan yardım istiyor. Ben de kebap yemeği tercih ediyorum. Yanında da İran'da her yerde içebileceğiniz alkolsüz bira.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Osmanlı - Safevi mücadelesi

Çehel Sütun Saray'ında bulunan resimden hareketle bir kaç düşünce.

Safevi-Osmanlı ilişkileri bürokratik devlet-göçebe devlet çatışması üzerinden incelenebilir. Osmanlı Devleti, Bereketli Hilal 'de (Mezopotamya) ve Anadolu'da ortaya çıkan, yüzlerce yıldır süren Bürokratik-Tarım imparatorluğunun son halkasını oluşturmaktadır. Bu geleneğin daha önceki temsilcilerinden birkaçını sayabiliriz: Abbasiler, Emeviler, Sasaniler,Medler. Bu yapı özgür köylü üzerine kuruludur. Daha genel olarak köylü imparatorlukları dahi diyebiliriz. Osmanlı'daki Çifthane bunun billurlaşmış halidir. Tekrar Safevi-Osmanlı ilişkilerine dönecek olursak; Osmanlı kuruluş döneminde fetih ile göçebe Türkmenlerin iskanı eş zamanlı devam etmiştir.Bu göçebelerin büyük bir çoğunluğunun batıni islamı benimsemişlerdir.Yine aynı dönemde tasavvufi tarikatlar ve de batıniler yeni feth edilen bölgelerin "islamlaştırılmasında" büyük bir önem arz etmişlerdir. Tasavvufun kozmopolit ve evrenselci yapısı bunda çok etkili olmuştur. Hatta tahta kılıçlarla harplere katılan dervişler fetih sürecinin manevi önderleri olmuşlardır. Özellikle kuruluşun ilk dönemlerinde tasavvufun geçişken tabiatı uçlardaki karşılıklı ilişkilerin(Osmanlı-Bizans, Müslüman-Hristiyan) yapısında başat olmuştur. Ahmet Tabakoğlu daha da erken dönemi kapsayan bir tanımlama yapmıştır: Savaş içerisinde bir arada yaşama dönemi. Yine bu ilişkiler ve sınırlar bugünün yarattığı ulusalcı (Nationalism) bakış açısının dışında daha esnek ve daha geçişken bir yapıda bulunmuştu. Osmanlı'nın kurucu zihniyeti kendisinin de dahil olduğu bu kozmoplit yapıyı, "yabancı" unsurları mas etmekte kullanmıştır. Hukuk-şeriatın keskin ve dışlayıcı yapısına karşın tasavvufun geçişken ve içselleştirici yapısı ilk dönemlerde ikincinin tercih edilmesine sebep olmuştur. Fakat zamanla devletmeşle süreciyle beraber yukarıda belirtiğimiz şeriat-tasavvuf ikiliğinden birincisi tercih edilmeye başlanmıştır. Bu devlet olmanın gerektirdiği bir zorunluluktu ki Osmanlıların ikinci kurucusu olan II. Mehmet'in devletin ilk kanunnamesini hazırlaması bunun çok iyi bir kanıtıdır. Devletleşme süreci Türkmen göçebeler içinde yeni zorunlulukları icbar etmekteydi. Bunlardan en mühimi göçebelerin yerleşik hayata geçirilmesiydi. Ufak bir misal vermek gerekirse: Bunun için resmi ganem diye adlandırılan her baş koyundan alınan vergi keyfi olarak artırıldı ki koyun göçebelerin iktisadi olarak dayandığı en önemli geçim kaynağıydı. Bununla birlikte göçebelerin izledikleri yazlık-kışlık göç yollarına sınırlamalar konuldu. Bu yolların dışına çıkılması halinde cezai yükümlükler getirildi. 14. yy sonunda başlayan ve 15. yy'da da devam eden bu siyaset; yani göçebelerin yukarıda saydığımız usullerle yerleşikliğe zorlanması, göçebelerin farklı siyasi oluşumlara yönelmesini sağladı.

Yukarıda bashsettiğimiz sürecin edebi olarak tecellisini Âşık Paşazade'nin "Menakıb u Tevarih-i Âl-i Osman" adlı eserinde görmekteyiz. Bu tevarihin rüya sahnesi Osmanlı'nın yerleşiklik hayalini tasvir etmektedir. Tevarihin yazıldığı tarih 1480 lerdir.

" Osman Gazi kim uyudı, düşinde görür kim bu azîzün koynında bir ay togar, gelür Osman Gazi'nün koynına girür. Bu ay kim Osman Gazi'nün koynına girdiği demde göbeğinden bir ağaç biter, kölgesi âlemi tutar. Kölgesinün altında taglar var ve hem tagun dibinde sular çıkar. Ve bu çıkan sulardan kim içer ve kim bagçalar suvarur ve çeşmeler akıdur. Andan uyhudan uyandı, sürdi geldi, şeyhe haber verdi." Osman Bey'in rüyasında gördüğü ağaç, bağçe , çeşme gibi unsurlar şehirleşmeye ait olduğu gözlerden kaçmamalıdır.

Şimdi de Anadolu'nun diğer ucuna bir bakış atmak gerekli. Şah İsmail'in postnişinde bulunduğu Safevi tarikatının babası Şeyh Haydar dönemine kadar Sünni olması pek bilinmez. Hatta Bursa döneminde Osmanlı Padişahları Erdebil'e, tarikatın merkezine, her yıl Çerağ Akçesi adı altında kıymetli hediyeler göndermekteydi. Tarikatın Şeyh Haydar döneminde devletleşmesiyle beraber Anadolu'da iktidar mücadelesi de başlamış oldu. İşte burada yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı devletinin yaratığı merkezileşmeden kaçan göçebe unsurlar Tarikat-Devletin dayanağı olacaktı. Osmanlı'nın tersine Safeviler devletleştikçe göçebe unsurlara dayanacaklardı ve bu da tarikatın yapısını siyasi tercihlerden dolayı Batınileştirecekti.

Genel olarak tasvirini çizdiğimiz Safevi-Osmanlı ilişkilerinin ilk dönemi dini olmaktan ziyade Göçer-Konar mücadelesinin bir soncudur.

Faydalanılan eserler:

*Rudi Paul Lindner, Ortaçağ Anadolu'sunda Göçerler ve Osmanlılar, imge yayınları, 2000

*Walter Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, XV. Yüzyılda İran'ın Milli bir Devlet Haline Yükselişi, TTK, 1992

*Âşık Paşazade , Osmanoğulları'nın Tarihi, K kitaplığı, 2003


Blogun takipçilerinden Grand Turk aşağıdaki yorumu göndermiş. Yorum bölümü gözden kaçabildiği için buraya ekliyorum;

bu konu için mutlaka brummett, osmanlı denizgücü, timaş kitabı okunmalı. bir kısmını aktarıyorum. --- bu savaşın arkaplanını anlamak, iran-venedik-memlük hattını öğrenmek, avrupa tarafından şah ismail'e bicilen rolü anlamak ve çaldıran savaşı'nın bir sünni-alevi vs gibi ayrımlardan değil de o zamanın dünyası için ekonomik ve siyasi yönlerini kavramak için palmira brummett'in osmanlı denizgücü'nün mutlaka okuyun... kitaptan konuyla ilgili biraz alıntı yapalım: papa, kutsal roma imparatoru, fransa, ispanya ve italya’daki şehir devletleri, avrupa hâkimiyeti mücadelesinde hem söylem hem de silah gücü düzleminde ateşli bir rekabeti körüklerken, benzer bir güç dengesi osmanlı’nın doğu sınırında siyasî alanda bir dönüşüme neden oluyordu. yüzyılın başında portekiz’in, afrika ve hindistan sahillerine hâkim olmak amacıyla gemilerinde bulunan topları kullanmaya başladığı sırada safevi hükümdarı şah ismail iran’da yeniden birlik sağlanmasıyla sonuçlanacak art arda düzenlenen kara seferlerine başlamıştı. tıpkı osmanlılar gibi doğu ticareti gelirini kontrolüne almak isteyen şah ismail, 16. yüzyılın başında doğu akdeniz diplomasisinin birleştirici kişisiydi. kendi evrensel egemenlik iddialarını gerçekleştirmek amacıyla portekizliler, venedikliler, fransızlar, kutsal roma imparatoru, papa ve memlükler ile müzakere ediyordu. şah ismail’in askerî alandaki zaferleriyle safevilerin mezhep değiştirtmek konusundaki başarısı osmanlılar’ın doğuya doğru yayılmasını engellediği gibi osmanlı tahtının yeni sahibinin kim olacağını belirleyen parametrelerin tanımlanmasında da etkili oldu. avrupalı hükümdarlar askerî açıdan başarılı şah ismail’in, müslüman devletiyle siyasî ve ticarî ilişki kurma olasılıklarını araştırmak için can atıyorlardı. bazı devletler, örneğin venedik, safevi devletini avrupalı rakiplerinin uğruna çabaladığı, ancak ulaşamadığı bir emel olan osmanlı gücünün sindirilmesini başaracak devlet olarak görüyorlardı. şah ismail’in iki yüzyıldan beri siyasî olarak parçalanmış bir yer olan iran’da güç birliğini sağlaması, osmanlı ve portekiz imparatorluklarının avrupa-asya dünyasına yayılmalarıyla birleşince, hem siyasî hem de söylem düzeyinde yeni yapılanmalara gerek duyuldu. bu da ittifakların kurulması ve diplomasinin işletilmesiyle sonuçlandı. söz konusu bu yapılanmalar, hiçbir zaman yalnızca hıristiyan-müslüman ya da doğu-batı kutuplaşmasını temel almamış, her zaman iktisadî çıkarlar ve ticarî teşkilatlanma amacıyla şekillendirilmiştir. DEVAMI http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=16176474

8 Ocak 2011 Cumartesi

Zihni Coğrafya Üzerine

Geçen pazar Edrine'ye hem Selimiye'yi temaşa etmek için hem de lezzet atlasımızda önemli bir yer tutan Edirne ciğeri ve badem ezmesini tatmak için gittik. Ciğer ve biber kızartmaları her zaman ki gibi lezzetliydi. Özellikle Evropa'da yaşayıp memleketin özlemini damağında hisseden biri için çok keyifliydi. Dün arkadaşım Abdullah ile nargile içip sohbet ederken bana yakın zamanda okuduğu bir makaleden söz açtı. Makalede coğrafyanın hâlâ stratejide başat bir unsur olduğundan bahsedildiğini söyledi. Bu minval üzerine ben de Edirne yolunda buna yakın bir konu üzerine düşündüğüm bir kaç hususu onunla paylaştım. Buradan hareketle reel coğrafya ile zihni coğrafya üzerine bir kaç şey yazayım dedim.
İstanbul'u merkeze alıp çeşitli Avrupa şehirlerinin uzaklığına bakacak olursak eğer;


(Birinci değer karayolu, ikincisi ise kuş uçuşu mesafeyi göstermektedir.)
İstanbul-Sofya : 580km--504km
İstanbul-Bükreş: 639km--446km
İstanbul-Sarayova: 000km* -922km
İstanbul-Belgrad: 1425km--1068km
İstanbul-Viyana: 1665km--1328km

Anadolu'daki birkaç şehrin uzaklığı ise;

İstanbul-Ankara: 451km--321km
İstanbul-İzmir: 565km--330km
İstanbul-Gaziantep: 1148km--836km
İstanbul-Erzurum: 1234km--1045km
İstanbul-Hakkari: 1830km--1324km

Şimdi bu değerleri neden verdiği merak etmiş olabilirsiniz. Zihnimizde Ankara yahut İzmir, İstanbul'a Sofya'dan daha yakın görünmesine rağmen hakikatte aşağı yukarı aynı mesafededirler. Yine Anadolu'da bulunan Gaziantep yahut Erzurum, ki bunlar Türkiye sınırlarının en uc noktasında yer almaz, adı yukarda zikredilen herhangi bir Balkan şehrinden İstanbul'a daha uzaktır. Zihni coğrafyamızın sınırları son yüzyıllarda giderek daralmıştır. Bunun nedenlerinden biri Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber zihnimizde onun coğrafi-zihni alt yapısının da kaybolmasıdır. Diğer bir husus ise milliyetçiliğin coğrafyayı parçalara böldüğü gibi zihnimizi de parçalara bölmesidir. Bizim için yukarda ismi geçen Balkan şehirleri ulaşılamaz bir noktaya kaymıştır. Bu yerleri sahiplenme duygusu kaybolmuştur. Bundan kastım askeri-siyasi olarak sahiplenme kesinlikle değildir. Kültürel atlasımızda kaybolmuş kıtalar gibidir bu şehirler. Bunlardan en ilgi çekici mukayese ise bir zamanlar kapısından iki kere dönülen Viyana'nın Türkiye'nin güneydoğu ucunda yer alan Hakkari'yle aynı mesafede olmasıdır.

* Sitede İstanbul- Sarayova arası karayolu uzaklığı bulunmamaktadır.
Şehirler arası mesafenin hesaplanmasında aşağıdaki siteden faydalanılmıştır.
http://www.freemaptools.com/how-far-is-it-between.htm

7 Ocak 2011 Cuma

Molla Gürani Camii


İran yazılarına geri dönmek kaydıyla ufak bir ara.

İstanbul'a birkaç günlüğüne gelmişken kutsal mekanlarımdan biri olan Süleymaniye civarında dolaşmaya çıktım. Mola Gürani Camii kiliseden devşirilen bir yapı olmasına rağmen girişte bulunan haç motfileri bundan 3-4 sene öncesine kadar hala muhafaza edilmekteydi. Fakat yanılmıyorsam geçen sene (2009) bunların üzerini harçla kapatılmış olarak gördüm. Bunları yapanların, İstanbul'u feth edip bu kiliseyi camiye çevirenlerden kendilerini daha fazla müslüman hissetmiş oldukları kanaatindeyim. Bunun bir diğer şekli ise İstanbul'un adlandırılması ile ilgili olandır. Osmanlı Konstantiniye'yi feth ettikten sonra bu ismi yüzlerce yıl ufak bir değişklikle muhafaza etmiş:"Kostantiniyye". Bazen alevlenen "İstanbul mu? Konstantinopolis mi?" tartışması da bana çok eğlenceli gelmekte. Birinciyi savunanların iddiası İstanbul'un İslambol'dan geldiğidir. Fakat bu durum tamamen bilgisizlikten kaynaklanmakta. Çünkü "İstanbul" fetihten önce de kullanıla gelen Rumca bir tabirdir; "Şehre doğru".